30 Mart 2015 Pazartesi
yine yalnızlık
neşeli olmadığım günlerde etrafımdaki insanların ne kadar çabuk uzaklaştığını farkettiğim andır, yalnızlığımı anladığım an. sağlam ilişkiler kurmaktan uzak olduğumu, zihnimin beni yalnızlaştırmaya yönelik çalıştığını az çok öğrendim bu yaşıma kadar. ama değişmeye çalışırken, sevdiğim insanların zor anında onlara destek olma isteğini içimde yeni yeni hissederken onlardan bunu görememek can yakıyor. "her şey çok güzel olacak" cümlesini duysam iyi olacağım belki de, o kadar yakınım iyi hissetmeye. ve bir o kadar uzak, yalnız.
bakıyorsunuz mesela etrafınıza, konuşan, gülen, heyecanla bir şeyler anlatan insanlar var. dinliyorsunuz biraz, anlamıyorsunuz da. anlamak da istemiyorsunuz. öyle boş boş bakıyorsunuz insanlara. kafanızdan ne geçiyor kim bilir. belki düşündüğünüz bir an, birisi, bir film var. öyle kafanızda bir film oynatıyorsunuz anlamsız, insanlar 'yine daldın' falan diyor. 'ulan' diyorsunuz, 'ne anlatayım ben size?' sonra yine başlıyorsunuz her zamanki saçmalıklarınızı anlatmaya. karşıdaki de dinliyormuş gibi yapıyordur belki, onu da bilmiyorsunuz.
herkesten, her şeyden nefret ediyorsunuz, niye olduğunu da anlatamıyorsunuz; siz de bilmiyorsunuz çünkü.
yalnızlığını anladığını düşündüğün anların artık daha fazla uzamamasını istediğin anlar çoğalmaya başlıyor.
gitgide uzuyorlar. an olmaktan çıkıp dakikalara, saatlere, günlere evriliyorlar çünkü. öyle bir şey ki etrafında bulunan her şeyle bağ kurmaya başlıyorsun. onlara dışarıdan gelebilecek her türlü müdahaleye, müdahale etme ihtiyacı hasıl oluyor bünyende. beğenmeyip iletişime geçmediğin ya da iletişimini kestiğin her türlü insan, arkadaş, akraba vs gözünde değerleniveriyor. sonra yanında olsalar nasıl olur diye düşünüp ulan iyi ki yanımda değiller diyorsun. kendini hapsettiğin kendi özgür hapishanende tahliye olmayı beklemek gibi bir şey.
işte bunlar hep arctic monkeys.
28 Mart 2015 Cumartesi
matematik soyutluğu
şimdi sayıyoruz değil mi?
sayabiliyoruz. bu sayma nerden geliyor? teklik çokluk ilişkisinden. al sana bir fasulye, al sana iki fasulye. bu yüzden bunlar doğal sayılar değil mi? doğa yoklar, ama en azından karşılıkları var. yoksa 1 dediğim ne, 2 dediğim ne bunlar tamamen soyutlanmış naneler.
ama sayabiliyoruz.
önce, nasıl sayabiliyoruz? ya da saymak nasıl mümkün?
ekleyip, çıkartıyoruz. bu anlamda çarpma ve bölme aritmetiğe ikincil olarak düşüyor. toplama ve çıkartma esas olarak matematiği mümkün kılan nokta. kafamızda bir beceri var, bu beceri önce izlenen şeyi parçalı ya da bütün olarak görmemizi ardından da bir nicelik sınıfa sokmamızı sağlıyor. gözlerinizi kapatıp düşünün bir sonraki cümleyi okuduktan sonra;
eğer böyle bir beceri olmasa, şeyler, gerçekten niceliğe sahip ve parçalı ve bütün olarak var olsalar bile, bunu bilebilir miydik?
thomas nagel'ın artık gereksiz bir üne sahip makalesi what is it like to be a bat'te bahsettiği yarasa şeyleri parçalı ya da bütün olarak algılıyor mu? bir nicelik katıyor mu deneyimlediği şeylere?
kendinizi iki dakikalığına uçan bir yarasanın kafasının içine koyun. ekolokasyon, yani sonarlarla her şeyi algıladığınızı düşünün. yarasanın kafasına girdikten sonra sonarlarınızı kullanarak ve hiçbir şey görmeden uçmaya çalışın. sık ağaçlı bir ormandasınız, epey hızlı bir şekilde uçuyorsunuz. bunu canlandırmaya çalışın.
"bu ormanda belirli bir alan başına 5 ağaç düşüyor." önermesine benzer bir içgüdüye ulaşabilir misiniz? gerçekliği böler misiniz? sonarınızla size yaklaştığını fark ettiğiniz her ağacı tikel, özel bir ağaç olarak düşünebilir misiniz?
şimdi deneyi biraz daha ileri götürelim. bir laboratuvarda insan kadar karmaşık beyinler geliştirilip kimi yarasalara aktarılıyor. boyutlara takılmayın, daha küçük ölçekte en az insan beyni kadar kapasiteye sahip bir beyin yarasalara aktarılıyor. neden aktarılıyor diyorum, çünkü nakil değil. dna'larına kodlanmış ki normal bir yarasa hayatı olsun bu beyne sahip organizmanın. bir önceki orman deneyi ile olabildiğince aynı şartlar hazırlansın.
bu yarasa önceki deneydeki yarasayla aynı erginliğe ulaştığında, hatta neredeyse aynı hayatlar yaşamaları sağlansa, biraz önceki ormanda uçarken parçalık, bütünlük, azlık, çokluk gibi kavramları atfeder mi? bir başka deyişle, sonar atıp uçan bir insan, gene sayabilir miydi?
ve daha da önemlisi, hangi doğa algısı daha doğru? doğa, yarasanın sonarlarının verdiği deneyim mi, benim deneyimim mi? tam olarak ikisi de değilse de, neden daha karmaşık olan insan algısının verdiği bilgi daha üstün olsun? daha karmaşıklaştıran, daha çok bozuyor olamaz mı? daha sabit, dalgalarla bakan, daha bilge olamaz mı?
bakın burada uygulamalı matematikten bahsetmiyorum. matematik uygulanır, bizi aya da gönderir, belki galaksiler arası gezdirir. pek fiyakalı teknolojik araçlar gereçler sunar. hesaplamalar yaptırıp, geleceği tahmin etmemizi bile sağlayabilir. bunların hiçbiri ontolojik bir iddiada bulunamaz. matematik var ki doğada, biz işliyoruz diyemez. çünkü bugün, dünyayı evrenin merkezine koyduğumuz bir fizikle, bambaşka matematik uygulamalarıyla aynı başarıya ulaşabilirdik.
karmaşık hale getirip bozmadan, bunca akli melekeye sahip olmak, bizi gerçeklikten alabildiğine uzaklaştırıyorken, bir de çok acayip işler yapıyoruz, en iyi biz anlıyoruz zannettiremez mi?
zannettirebilir.
neticede, biz ekleyip çıkartıyoruz, biz grafikler çizip, teğetlerin eğimlerine bakıyoruz, biz bir aktivitede bulunuyoruz. çıkış noktaları epey bariz olan nosyonları o kadar büyüleyici bir hale getiriyoruz ki, ipin ucunu kaçırıyoruz.
toplama ve çıkarmayı, matematiğin ortaya çıkmasının temeli olarak aldık. tabi ki bunların altında parçalılık, tamlık, teklik, çokluk, tikellik, nicelik vs gibi bir sürü kavram olduğunu söyledik. ama bütün bunları matematik haline getirirken temel olarak yaptığımız operasyonlar ekleme ve eksiltme. sıradaki soru bu anlamda;
ekleme ve eksiltme nedir? ya da ekleme ve eksiltme nasıl mümkündür?
ekleme varolma şartı koşar tanımı gereği. bir şeyler var, ya onları kendilerinden başka bir şeylerden oluşan bir arka planın önüne getirip 0'a, yani orada o cins şeyler henüz hiç yoklarken oraya bırakmaya başlamam gerek, ya da zaten belli bir miktar var oldukları yere birkaç tane daha bırakarak arttırmam lazım.
bu anlamda hem eklemenin ne olduğunu hem nasıl mümkün olduğunu açıklamış olduk. şimdi yarasamıza geri dönelim. bir insan beyninin sahip olduğu potansiyele sahip bir yarasa beyni, ya da sonarlı bir insan, aynı aktiviyeyi yaptığında ekleme yapmış olur mu?
bir kere o eklenen şeyleri arka plandan ayıran şey bu sonarlı zihinlerde mevcut olabilir mi? olduğunu varsaydığımızda dahi, çoğulluk ve nicelik algısına sahip olsa dahi bu potansiyelli yarasamız, benzerlik kurduğu nesneleri biriktirdiği yerde kaç tane nesne bıraktığına dair en ufak bir fikri olabilir mi?
ve asıl soru burada geliyor. cevap "olabilir." olsa dahi, bunu yapamayan standart yarasanın algısından daha çok gerçeklik bahşettiğini kim, nereden bilebilir?
bugün insanın en büyük hatası, kendini etrafındakilerden ayıran bir yanının olduğunu düşünmek. buna kimisi duygular der, kimisi akıl der, kimisi ahlak der, kimisi estetik der. bu inanılmaz uç noktaların herbirinde malesef ki özel, saklı bir kibir bulunur. analitik çevrelerde bu barizdir, post-modernlerde daha içten ve ağırdan gelir. bu kibir şahsi meziyetler seviyesinde tanımlanan değil, insan olmaya ve insanın sahip olduklarına ergi anlamında var olan bir şeydir.
bu hissiyat, yerinde olsa bile, temelsizdir. ne duygusal, ne de mantıksal temele sahiptir. tabi biraz da iki kat ironik bir biçimde, olmayana ergidir.
sayabiliyoruz. bu sayma nerden geliyor? teklik çokluk ilişkisinden. al sana bir fasulye, al sana iki fasulye. bu yüzden bunlar doğal sayılar değil mi? doğa yoklar, ama en azından karşılıkları var. yoksa 1 dediğim ne, 2 dediğim ne bunlar tamamen soyutlanmış naneler.
ama sayabiliyoruz.
önce, nasıl sayabiliyoruz? ya da saymak nasıl mümkün?
ekleyip, çıkartıyoruz. bu anlamda çarpma ve bölme aritmetiğe ikincil olarak düşüyor. toplama ve çıkartma esas olarak matematiği mümkün kılan nokta. kafamızda bir beceri var, bu beceri önce izlenen şeyi parçalı ya da bütün olarak görmemizi ardından da bir nicelik sınıfa sokmamızı sağlıyor. gözlerinizi kapatıp düşünün bir sonraki cümleyi okuduktan sonra;
eğer böyle bir beceri olmasa, şeyler, gerçekten niceliğe sahip ve parçalı ve bütün olarak var olsalar bile, bunu bilebilir miydik?
thomas nagel'ın artık gereksiz bir üne sahip makalesi what is it like to be a bat'te bahsettiği yarasa şeyleri parçalı ya da bütün olarak algılıyor mu? bir nicelik katıyor mu deneyimlediği şeylere?
kendinizi iki dakikalığına uçan bir yarasanın kafasının içine koyun. ekolokasyon, yani sonarlarla her şeyi algıladığınızı düşünün. yarasanın kafasına girdikten sonra sonarlarınızı kullanarak ve hiçbir şey görmeden uçmaya çalışın. sık ağaçlı bir ormandasınız, epey hızlı bir şekilde uçuyorsunuz. bunu canlandırmaya çalışın.
"bu ormanda belirli bir alan başına 5 ağaç düşüyor." önermesine benzer bir içgüdüye ulaşabilir misiniz? gerçekliği böler misiniz? sonarınızla size yaklaştığını fark ettiğiniz her ağacı tikel, özel bir ağaç olarak düşünebilir misiniz?
şimdi deneyi biraz daha ileri götürelim. bir laboratuvarda insan kadar karmaşık beyinler geliştirilip kimi yarasalara aktarılıyor. boyutlara takılmayın, daha küçük ölçekte en az insan beyni kadar kapasiteye sahip bir beyin yarasalara aktarılıyor. neden aktarılıyor diyorum, çünkü nakil değil. dna'larına kodlanmış ki normal bir yarasa hayatı olsun bu beyne sahip organizmanın. bir önceki orman deneyi ile olabildiğince aynı şartlar hazırlansın.
bu yarasa önceki deneydeki yarasayla aynı erginliğe ulaştığında, hatta neredeyse aynı hayatlar yaşamaları sağlansa, biraz önceki ormanda uçarken parçalık, bütünlük, azlık, çokluk gibi kavramları atfeder mi? bir başka deyişle, sonar atıp uçan bir insan, gene sayabilir miydi?
ve daha da önemlisi, hangi doğa algısı daha doğru? doğa, yarasanın sonarlarının verdiği deneyim mi, benim deneyimim mi? tam olarak ikisi de değilse de, neden daha karmaşık olan insan algısının verdiği bilgi daha üstün olsun? daha karmaşıklaştıran, daha çok bozuyor olamaz mı? daha sabit, dalgalarla bakan, daha bilge olamaz mı?
bakın burada uygulamalı matematikten bahsetmiyorum. matematik uygulanır, bizi aya da gönderir, belki galaksiler arası gezdirir. pek fiyakalı teknolojik araçlar gereçler sunar. hesaplamalar yaptırıp, geleceği tahmin etmemizi bile sağlayabilir. bunların hiçbiri ontolojik bir iddiada bulunamaz. matematik var ki doğada, biz işliyoruz diyemez. çünkü bugün, dünyayı evrenin merkezine koyduğumuz bir fizikle, bambaşka matematik uygulamalarıyla aynı başarıya ulaşabilirdik.
karmaşık hale getirip bozmadan, bunca akli melekeye sahip olmak, bizi gerçeklikten alabildiğine uzaklaştırıyorken, bir de çok acayip işler yapıyoruz, en iyi biz anlıyoruz zannettiremez mi?
zannettirebilir.
neticede, biz ekleyip çıkartıyoruz, biz grafikler çizip, teğetlerin eğimlerine bakıyoruz, biz bir aktivitede bulunuyoruz. çıkış noktaları epey bariz olan nosyonları o kadar büyüleyici bir hale getiriyoruz ki, ipin ucunu kaçırıyoruz.
toplama ve çıkarmayı, matematiğin ortaya çıkmasının temeli olarak aldık. tabi ki bunların altında parçalılık, tamlık, teklik, çokluk, tikellik, nicelik vs gibi bir sürü kavram olduğunu söyledik. ama bütün bunları matematik haline getirirken temel olarak yaptığımız operasyonlar ekleme ve eksiltme. sıradaki soru bu anlamda;
ekleme ve eksiltme nedir? ya da ekleme ve eksiltme nasıl mümkündür?
ekleme varolma şartı koşar tanımı gereği. bir şeyler var, ya onları kendilerinden başka bir şeylerden oluşan bir arka planın önüne getirip 0'a, yani orada o cins şeyler henüz hiç yoklarken oraya bırakmaya başlamam gerek, ya da zaten belli bir miktar var oldukları yere birkaç tane daha bırakarak arttırmam lazım.
bu anlamda hem eklemenin ne olduğunu hem nasıl mümkün olduğunu açıklamış olduk. şimdi yarasamıza geri dönelim. bir insan beyninin sahip olduğu potansiyele sahip bir yarasa beyni, ya da sonarlı bir insan, aynı aktiviyeyi yaptığında ekleme yapmış olur mu?
bir kere o eklenen şeyleri arka plandan ayıran şey bu sonarlı zihinlerde mevcut olabilir mi? olduğunu varsaydığımızda dahi, çoğulluk ve nicelik algısına sahip olsa dahi bu potansiyelli yarasamız, benzerlik kurduğu nesneleri biriktirdiği yerde kaç tane nesne bıraktığına dair en ufak bir fikri olabilir mi?
ve asıl soru burada geliyor. cevap "olabilir." olsa dahi, bunu yapamayan standart yarasanın algısından daha çok gerçeklik bahşettiğini kim, nereden bilebilir?
bugün insanın en büyük hatası, kendini etrafındakilerden ayıran bir yanının olduğunu düşünmek. buna kimisi duygular der, kimisi akıl der, kimisi ahlak der, kimisi estetik der. bu inanılmaz uç noktaların herbirinde malesef ki özel, saklı bir kibir bulunur. analitik çevrelerde bu barizdir, post-modernlerde daha içten ve ağırdan gelir. bu kibir şahsi meziyetler seviyesinde tanımlanan değil, insan olmaya ve insanın sahip olduklarına ergi anlamında var olan bir şeydir.
bu hissiyat, yerinde olsa bile, temelsizdir. ne duygusal, ne de mantıksal temele sahiptir. tabi biraz da iki kat ironik bir biçimde, olmayana ergidir.
22 Mart 2015 Pazar
özel biri olmadığımızı biliriz aslında. başka anne babaların çocuklarından, başka başka insanlarla aynı muhabbetler üzerine aynı esprileri yapanlardan hiçbir farkımız yoktur.
bir gün biri gelir, bir şeyler yapar. herkese yapıyor mu, sadece bana mı yapıyor diye sorarız. normalde başkalarının yaptıklarına bu kadar kafa yormayan bizler, bu insanın yaptıklarını sorgularız. sonrasında kendimizle, yakınlarımızla kıyaslar, bizim biraz özel olduğumuz için bu davranışlara maruz kaldığımız sonucuna varırız. bilmeyiz, biz özel yere koyduğumuz için bu davranışları bize özel muameleler olarak gördüğümüzü.
işte bunların o özel kişi tarafından herkese yapılabildiğini gördüğümüzde, veya kendimizi daha özel hissettirecek şeyleri asla göremediğimizde anlarız, zaten asla özel olmadığımızı, bir kez daha.
bu durumu da o anki en büyük acımızmış gibi büyütürüz, yeniden özel hissetmek maksadıyla, başkaları bizi özel görsün, o dönemde bu acımız en büyük dertmiş gibi algılansın diye. bu kafaya sığınıp kafayı tamamen yakmak da elimizdedir, bu sadece özel olma durumunu katmerleştirme aracıdır.
esasında, ilk durumu hiç çıkarmasak aklımızdan, ne bize bir bok olur, ne de etrafımıza.
ego kötü bir şey. süperegonun söz hakkı yok.
bir gün biri gelir, bir şeyler yapar. herkese yapıyor mu, sadece bana mı yapıyor diye sorarız. normalde başkalarının yaptıklarına bu kadar kafa yormayan bizler, bu insanın yaptıklarını sorgularız. sonrasında kendimizle, yakınlarımızla kıyaslar, bizim biraz özel olduğumuz için bu davranışlara maruz kaldığımız sonucuna varırız. bilmeyiz, biz özel yere koyduğumuz için bu davranışları bize özel muameleler olarak gördüğümüzü.
işte bunların o özel kişi tarafından herkese yapılabildiğini gördüğümüzde, veya kendimizi daha özel hissettirecek şeyleri asla göremediğimizde anlarız, zaten asla özel olmadığımızı, bir kez daha.
bu durumu da o anki en büyük acımızmış gibi büyütürüz, yeniden özel hissetmek maksadıyla, başkaları bizi özel görsün, o dönemde bu acımız en büyük dertmiş gibi algılansın diye. bu kafaya sığınıp kafayı tamamen yakmak da elimizdedir, bu sadece özel olma durumunu katmerleştirme aracıdır.
esasında, ilk durumu hiç çıkarmasak aklımızdan, ne bize bir bok olur, ne de etrafımıza.
ego kötü bir şey. süperegonun söz hakkı yok.
20 Mart 2015 Cuma
insanlar gerçek karakterlerini gizleyici hayat görüşlerine sahip olurlar. en daha zayıf insanları ezmeye yatkın, para, güç ve iktidar meraklıları solcu, en ahlak kurallarını çiğnemeye yatkınlar dindar, en ürkek yaradılışlılar cesur, en kaypak karakterliler delikanlı kişiliğine bürünürler. bu bilinçaltının insanların olumsuz yönlerini örtbas edip toplumdan dışlanmalarını engellemek için yarattığı bir yoldur. gerçekten öyle olanların bunlardan ayıredici özellikleri olmasına rağmen bunun tespiti ve tarifi zordur.
4 Mart 2015 Çarşamba
yalnızlığımız
her insan ayrı bir
alem ve bu farklı dünyalar arasındaki etkileşim sanıldığının aksine yok
denebilecek ölçüde sınırlı zaten. hissettikleriniz, düşündükleriniz,
gördükleriniz, maddi manevi acılarınız, sevinçleriniz, çaresizlikleriniz ne
paylaşılabilir, ne de anlaşılabilir. yakınlık ölçüsü hayali bir iddia.
sizde olup bitenler sadece kelimelere yansıtabildiğiniz kadar bize yakın. sıfatlar, yüklemler kadar anlaşılabilir yaşadıklarınız bizim için. dilinizin zenginliği belki biraz sos ekleyebilir tüm bunların üstüne. ama temelde zaten yalnızsın. bir başınasın. samimiyetinden şüphe etmediğin sayısız insan dört dönsün etrafında. farketmez. ne samimiyet, ne birlikte geçirilmiş zaman ne de başka bir şey bu gerçeği değiştirebilir.
bu yalnızlığın içinde bizi bizden iyi bileni ve şahdamarımızdan yakın olanı hissetmek tek çıkış kapısı olsa gerek ıssızlıktan.
sizde olup bitenler sadece kelimelere yansıtabildiğiniz kadar bize yakın. sıfatlar, yüklemler kadar anlaşılabilir yaşadıklarınız bizim için. dilinizin zenginliği belki biraz sos ekleyebilir tüm bunların üstüne. ama temelde zaten yalnızsın. bir başınasın. samimiyetinden şüphe etmediğin sayısız insan dört dönsün etrafında. farketmez. ne samimiyet, ne birlikte geçirilmiş zaman ne de başka bir şey bu gerçeği değiştirebilir.
bu yalnızlığın içinde bizi bizden iyi bileni ve şahdamarımızdan yakın olanı hissetmek tek çıkış kapısı olsa gerek ıssızlıktan.
belki anlatacak kimse olmadigindan degil, anlayacak kimse olmadigindan. konusmaktan vazgecmektir mesela, surekli surekli soylenen seylerin artik bikkinlik vermesidir. belki anlayan birisi cikar diye bir yere yazip birakmaktir. yalnizlik, mutsuzluk ve edebiyat arasindaki baglanti da herhalde burdan kaynaklanmaktadir. mutlu hayatlar icin yazilacak cok birsey yoktur aslinda, mutlulugun edebi bir degeri yoktur.
hayallerin gelecege dair olmamasidir ve hep gecmiste yasamaktir mesela. yalniz adam gecmiste yasar ve gecmiste olur. cunku hayatinda bugun olmayan, ancak bir ara ufak da olsa tattigi mutlulugu ozler. yalniz adam surekli ozlem duyar, yalniz oldugunda yalnizliktan, yalniz olmadiginda da yalniz kalacagindan mutsuz olur. hayatta hic yalnizlik tatmamis adam bundan birsey anlamaz. en iyi kahve nerde icilir sorusuna cafe adi veren adamdan bir bok olmaz. en iyi kahve en sevdigin insanla icilendir cunku, nerede oldugunun hic onemi yoktur.
hayallerin gelecege dair olmamasidir ve hep gecmiste yasamaktir mesela. yalniz adam gecmiste yasar ve gecmiste olur. cunku hayatinda bugun olmayan, ancak bir ara ufak da olsa tattigi mutlulugu ozler. yalniz adam surekli ozlem duyar, yalniz oldugunda yalnizliktan, yalniz olmadiginda da yalniz kalacagindan mutsuz olur. hayatta hic yalnizlik tatmamis adam bundan birsey anlamaz. en iyi kahve nerde icilir sorusuna cafe adi veren adamdan bir bok olmaz. en iyi kahve en sevdigin insanla icilendir cunku, nerede oldugunun hic onemi yoktur.
evet diğer insanlarla etkileşimde olmak önemli. ama ben de dahil olmak üzere bütün insanlar bencil, çıkarcı, sadık değil, iki yüzlü. bugün yüzüne güzeli oynar, peki ya yarın hiç beklemediğin şeyleri duyarsan?
duyduk da zaten.
beni gerçekten düşünen ve önemseyen, buna emin olduğum kim var?
ailem.
insanın yalnızlığı ailesini kaybettiğinde başlar. gerisi teferruat, yani başa çıkabileceği bir şey. eğer ailen yoksa, gerçekten yalnızsın. işte bu bence en acı yalnızlık.
duyduk da zaten.
beni gerçekten düşünen ve önemseyen, buna emin olduğum kim var?
ailem.
insanın yalnızlığı ailesini kaybettiğinde başlar. gerisi teferruat, yani başa çıkabileceği bir şey. eğer ailen yoksa, gerçekten yalnızsın. işte bu bence en acı yalnızlık.
1 Mart 2015 Pazar
toplumsal sorunumuz
türk toplumu olarak beceremediğimiz en büyük bi kaç şey
bilmiyorum demek: en büyük sorunlardan biri. yol sorarsın yanlış yere gönderir, bir konu hakkında fikrini sorarsın bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olur ve basar durur, teknik bir konu açılır sen ne kadar uzman olsan da o hep daha doğrusunu bilir. bilmiyorum demeyi yedirmez gururuna. bunu cidden öğrenmek lazım.
dinlemek: evet cidden dinlemeyi hiç bilmiyor bu millet. hep istiyor ki ben konuşuyum herkes dinlesin. ama olmaz abi öyle. bak mesela herkesin konuştuğu bir şey, siyaset. tamam anlıyoruz fikrini ölümüne savunuyorsun ama senin söylediklerinin bir anlam ifade etmesi için, karşıdakini inandırabilmen için ya da biraz daha iyimser beklentiyle doğruyu öğrenmen için bir de dinlemen lazım.
yaftalamak: başka bir devasa sorun. mini etek giymişse aranıyor, erkek bordo pantolon giymişse azcık yumuşak, camiye girip çıkıyorsa cemaatçi, hak ihlallerinden şikayetçiyse cehapeli, türk olmaktan memnunsa mehapeli, memleketle ilgili ufacık bir övgü göstersin akepeli. yani herkes herkesi yaftalıyor. yapmayın abi, size ne. bakın geçin. istemiyorsanız konuşmazsınız olur biter.
sokakta yaşamak: bundan kastım sabahlamak değil de bildiğin yürümek, dışarıda işlerini halletmek falan. bak türk arkadaşım, çok temel bir noktayı öğrenmen lazım. sırf sen ya da ailen vergi veriyor diye o yollar, o kaldırımlar, o banklar senin babanın malı olmuyor. yani yolun ortasından gidemezsin, yere tüküremezsin ya da çekirdek kabuğunu atamazsın, yolun ortasından araba da süremezsin. otobüslerde kapı önlerini, yürüyen merdivenlerde sol şeridi kapatamazsın. toplulukta elini ağzına götürmeden öksürüp tıksırıp mikroplarını saçamazsın. yani dışarıda diğer insanlarla yaşamanın bazı kuralları var bunları görmezden gelemezsin. ha geliyorsan en azından biri uyardığında azcık utanmış gibi davran, bağırıp çağırmaya başlama. haksızsın, oldu mu?
tecrübeye saygı duymak: bak bu da çok karakteristik bir yanlış. tecrübenin içine eğitimi de alalım öyle inceleyelim. yıllarca okuyup doktor olmuş adamın verdiği ilacı kullan, koca karı ilacına gitme. yıllarca okumuş hakimin, savcının yanında hukuk konusunda atıp tutma. tarih okumuş biri yanında gidip de dizilerden, kurgusal romanlardan öğrendiğin tarihle ahkam kesme. vikipedi bilgisinin üniversite bilgisinin çok gerisinde olduğunu sakın unutma. biri senden daha iyi biliyorsa susmayı öğren. bunu bir adım daha ileri götürelim: okuduğun okulun haddini de bil. yani yeni mezunsan gaza gelme. ya da her yoldan geçenin girebildiği bir okuldan mezunsan diplomanı al otur yerine, gidip de bu işi güzelce öğrenmiş insanlarla kendini eşit görme.
çocuk yetiştirmek: çocuğa tek aşılanabilen özellikler şımarlık ve tembellik. ne bire olma bilinci var, ne özgüven var, ne sorumluluk var. ya her istediklerini verip şımartarak ya da ota boka kızıp bağırıp döverek çocuk yetiştiriyor bu toplum ki ilkinde özgüven patlaması şımarık tipler, ikincisinde pısırık tipler salınıyor topluma.
ısrar etmemek: hayır diyorsam hayır abi. normalde istemediği şeyleri insanlara hatır koyarak yaptırmayı çok seviyoruz, sanırım bir nevi diğerlerinin gözünde prestij meselesi oluyor bu. ben dedim yaptı oluyor yani. ama gerek yok.
empati ve öfke kontrolü konularına katılmıyorum. bunlar türklerde karakteristik değil. her milletten insanda yetişmeye bağlı olarak olabiliyor, en azından benim gözümde toplumsal bir özellik boyutunda değil.
bilmiyorum demek: en büyük sorunlardan biri. yol sorarsın yanlış yere gönderir, bir konu hakkında fikrini sorarsın bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olur ve basar durur, teknik bir konu açılır sen ne kadar uzman olsan da o hep daha doğrusunu bilir. bilmiyorum demeyi yedirmez gururuna. bunu cidden öğrenmek lazım.
dinlemek: evet cidden dinlemeyi hiç bilmiyor bu millet. hep istiyor ki ben konuşuyum herkes dinlesin. ama olmaz abi öyle. bak mesela herkesin konuştuğu bir şey, siyaset. tamam anlıyoruz fikrini ölümüne savunuyorsun ama senin söylediklerinin bir anlam ifade etmesi için, karşıdakini inandırabilmen için ya da biraz daha iyimser beklentiyle doğruyu öğrenmen için bir de dinlemen lazım.
yaftalamak: başka bir devasa sorun. mini etek giymişse aranıyor, erkek bordo pantolon giymişse azcık yumuşak, camiye girip çıkıyorsa cemaatçi, hak ihlallerinden şikayetçiyse cehapeli, türk olmaktan memnunsa mehapeli, memleketle ilgili ufacık bir övgü göstersin akepeli. yani herkes herkesi yaftalıyor. yapmayın abi, size ne. bakın geçin. istemiyorsanız konuşmazsınız olur biter.
sokakta yaşamak: bundan kastım sabahlamak değil de bildiğin yürümek, dışarıda işlerini halletmek falan. bak türk arkadaşım, çok temel bir noktayı öğrenmen lazım. sırf sen ya da ailen vergi veriyor diye o yollar, o kaldırımlar, o banklar senin babanın malı olmuyor. yani yolun ortasından gidemezsin, yere tüküremezsin ya da çekirdek kabuğunu atamazsın, yolun ortasından araba da süremezsin. otobüslerde kapı önlerini, yürüyen merdivenlerde sol şeridi kapatamazsın. toplulukta elini ağzına götürmeden öksürüp tıksırıp mikroplarını saçamazsın. yani dışarıda diğer insanlarla yaşamanın bazı kuralları var bunları görmezden gelemezsin. ha geliyorsan en azından biri uyardığında azcık utanmış gibi davran, bağırıp çağırmaya başlama. haksızsın, oldu mu?
tecrübeye saygı duymak: bak bu da çok karakteristik bir yanlış. tecrübenin içine eğitimi de alalım öyle inceleyelim. yıllarca okuyup doktor olmuş adamın verdiği ilacı kullan, koca karı ilacına gitme. yıllarca okumuş hakimin, savcının yanında hukuk konusunda atıp tutma. tarih okumuş biri yanında gidip de dizilerden, kurgusal romanlardan öğrendiğin tarihle ahkam kesme. vikipedi bilgisinin üniversite bilgisinin çok gerisinde olduğunu sakın unutma. biri senden daha iyi biliyorsa susmayı öğren. bunu bir adım daha ileri götürelim: okuduğun okulun haddini de bil. yani yeni mezunsan gaza gelme. ya da her yoldan geçenin girebildiği bir okuldan mezunsan diplomanı al otur yerine, gidip de bu işi güzelce öğrenmiş insanlarla kendini eşit görme.
çocuk yetiştirmek: çocuğa tek aşılanabilen özellikler şımarlık ve tembellik. ne bire olma bilinci var, ne özgüven var, ne sorumluluk var. ya her istediklerini verip şımartarak ya da ota boka kızıp bağırıp döverek çocuk yetiştiriyor bu toplum ki ilkinde özgüven patlaması şımarık tipler, ikincisinde pısırık tipler salınıyor topluma.
ısrar etmemek: hayır diyorsam hayır abi. normalde istemediği şeyleri insanlara hatır koyarak yaptırmayı çok seviyoruz, sanırım bir nevi diğerlerinin gözünde prestij meselesi oluyor bu. ben dedim yaptı oluyor yani. ama gerek yok.
empati ve öfke kontrolü konularına katılmıyorum. bunlar türklerde karakteristik değil. her milletten insanda yetişmeye bağlı olarak olabiliyor, en azından benim gözümde toplumsal bir özellik boyutunda değil.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)